Selçuklu hanedanın bir kolu olan Anadolu Selçuklu Devleti (سلجوقیان روم, Selcūkiyân-i Rūm) veya Türkiye Selçuklu Devleti, Kutalmışoğlu Süleyman Şah tarafından İznik’te 1075 yılında kurulmuştu. Diğer Selçuklu hanedan üyelerinin tersine Büyük Selçuklu Devletinden bağımsız bir şekilde kendini yönetiyordu. Kirman Selçukluları (1048), Horasan Selçukluları (1194), Irak (1119) Selçukluları ve Suriye Selçukluları (1078) ise Büyük Selçuklu Devletine tabi idiler. Kendi bağımsızlıklarını Büyük Selçuklu Devleti çöktüğünde kazanmışlardı.
Bizi bu yazıda ilgilendiren Selçukluların tarihsel sürecinden ziyade Anadolu Selçuklu Devletinin bırakmış olduğu mimari miras olacak. Bu mirası erken Osmanlılar daha farklı bir biçimde yorumlayıp geliştirecek. Yine de kabaca Selçukluların nasıl bir şekilde Anadolu’ya geldiğini anlatmak doğru olur.
Türklerin Anadolu’ya Gelişi-Arka Plan
Türk dillerinin Oğuz kolunu konuşan Oğuzlar, başka bir Türk halkı olan Kumanlar ve Kıpçaklar ile yapmış oldukları mücadeleleri kaybederek 10. yüzyılda Hazar Denizi’nin güneyinde bugünkü Türkmenistan ve Özbekistan bölgesinde hüküm sürdüler. Oğuz Yabguluğu adı altında ilk Oğuz devletini burada kurdular. Ancak bir yandan Kıpçakların baskısı diğer yandan kendi aralarındaki bağımsızlık mücadeleleri sonucunda Selçuk Bey önderliğindeki Selçuklular (Büyük Selçuklular olacak ileride) güneye doğru indi. İkinci olarak diğer bir Oğuz kavmi kuzeye doğru giderek Kırım, Kazak, Bulgar ve Tatarların atası oldular. Son olarak ise bugünkü Özbekistan ve Türkmenistan topraklarında kalanlar bir başka Oğuz koluydu.
Selçuk oğlu Tuğrul Bey zamanında İran’ın Horasan bölgesinden büyük bir Oğuz akını ile başlayan fetihler kısa süre içerisinde bütün İran ve Irak’ta etkisini gösterdi. 1040 yılında İran-Merv yakınlarında Dandanakan Muharebesi yapılarak bir başka Türk Devleti Gazneliler yenildi. 1050 yılında İsfahan’ın 1055 yılında ise Bağdat’ın fethi birer dönüm noktasıydı. Bağdat’ta Abbasi halifesi, Tuğrul Bey’e “Doğu’nun ve Batı’nın hükümdarı” ünvanını verdi. Tuğrul Bey, Abbasi halifesinin siyasi yetkilerini ele geçirerek Büyük Selçuklu Devleti’nin ne denli önemli fetihlere girişeceğinin işaretini verdi. Ayrıca halifeye siyasi anlamda kısıtlama getirdi.
***
Anadolu’ya akınlar ise aslında 1015 yılından beri devam ediyordu. Ancak Bizans İmparatorluğu bu Oğuz akınını kontrol etmede başarılı idi. Ta ki 1048 yılına kadar… Pasinler savaşı ile Bizans ile Büyük Selçuklu Devleti ilk kez karşı karşıya gelmiş birbirlerini test etmişlerdi. 1060 yılından itibaren ise Anadolu’da Büyük Selçuklu Devleti’nin fetihleri başladı. Kars kalesinin 1064 yılında fethedilmesi buna örnektir. Bölgede yaşayan Ermeni halk, Selçuklulara tabi oldular.


Türkler tarafından Anadolu sınırları içinde inşa edilen ilk camii olma özelliğinde.
Türklerin yoğun şekilde Anadolu’ya gelmeleri ve Doğu’da kısmen fetih hareketleri başlatması Bizans İmparatorluğu rahatsız etti. Zaten öteden beri iki devlet arasında bir sürtüşme vardı ve bu 1071’de Malazgirt’te iyice meydana çıktı. İmparator Romen Diyojen büyük bir orduyla Sultan Alparslan‘ın karşısına çıkarak savaştı fakat mağlup oldu. Alparslan aslında bu savaştan sonra Abbasi halifesinden “Sultan” ünvanını aldı. İmparatoru yüklü bir tazminat ödemeye zorlayan Sultan Alparslan yaptığı anlaşma ile Büyük Selçuklu Devleti’nin gücünü gösterdi. Ancak Diyojen, İstanbul’a vardığında tahtını çoktan kaybetmişti. Gözlerine mil çekildi ve Kınalıada’ya sürüldü orada öldü.
Malazgirt savaşı gerçekten neden önemlidir izah edeyim. Oğuzların (Selçuk Oğuzları diyelim) Ötüken’de başlayan yer arayışı sonunda Anadolu’da biter. Büyük akınlar ile gelen Oğuz kavimleri zamanla yerleşik hayata geçerek Anadolu’nun bizden önceki halkları olan Süryani, Ermeni, Rum, Araplarla yaşamaya başlar. İran’da zaten büyük bir Oğuz halkı vardı ve kuzeyden yeni göçler geliyordu. Bu göçleri Büyük Selçuklu Devleti yeni fethedilen yerler olan Anadolu, Suriye, Irak, Kirman, Horasan’a yönlendirdi. Şunu da eklemekte fayda var. Eğer 1048 yılında Pasinler Savaşı’nda biz Bizans’ı yenmiş olsaydık ki İbrahim Yınal (Tuğrul Bey’in kardeşi ) Erzurum ele geçiremediğinden yakıp yıkmıştır. Bugün Malazgirt yerine, Pasinler’i konuşuyor olacaktık. Bizans’ın vergiye bağlandığı doğrudur fakat Diyojen öldüğü için yeni İmparator derhal bu anlaşmayı bozacaktı.

İşte bu tarihi perspektif altında Kutalmış oğlu Süleyman Şah devam eden akınların sonucu İznik’i (1075) fethetmiştir. Böylece Anadolu Selçuklu Devleti kurulmuştur. Hakikatta bu Oğuz boylarının oluşturduğu bir çok beylik Büyük Selçuklu Devletine öyle yada böyle bağlı idi. Örneğin Artuklular, Mengücekliler, Danişmentliler hep Büyük Selçukluya bağlı idi. Ancak özerk bir yapılanması vardı. İç işlerinde bağımsız olan bu beylikler dış işlerinde belli bir seviyeden sonra Büyük Selçuklu kontrolündeydi.
Alparslan’ın ani ölümü (1072) ve Sultan Melikşah’ın tahta çıkması sonucu Büyük Selçuklu Devletinin sınırları Akdeniz ve Marmara Denizinden, Kaşgar’a, Kafkasya’dan Yemen’e kadar uzanıyordu. Melikşah, Anadolu Selçuklu Devleti’nin ileride kendine rakip olabileceği düşüncesi ile Kılıç Arslan’ın oğullarını belli bir süre rehin almıştır. Bu da devlet içinde rekabetin bizzat göstergesiydi.
1098 yılında Haçlı Seferine sahne olan olay Anadolu Selçuklu Devletinin başkentinİ Konya’ya taşımasına sebep oldu. Öte yandan Büyük Selçuklu Devleti’nde ise 1092 yılında Haşhaşi suikastçısı tarafından öldürülen Nizamülmülk ve ardından aynı yıl zehirlenerek öldürülen Melikşah’ın ardından devlet bir daha toparlanamadı ve 1157’de parçalanarak yıkıldı.

1240 yılında Babai İsyanı ile meşgul olan ardından ise 1243 yılında Kösedağ Savaşında Moğollara yenilen Anadolu Selçukluları son dönemlerinde tamamen İlhanlılara (Moğollara) haraç ödeyen vasal bir devlet haline gelmişti. Kösedağ Savaşından sonra dağılan düzeni toparlayamayan devletin ardından birçok beylik ortaya çıkmıştır ki bunlardan biri Kayı beyliğidir.
Taşa Yansıyan Sanat-Rum Selçukluları
Anadolu Selçuklu Devleti 11. yüzyıl ile 13. yüzyıl arasında büyük mimari eserler ortaya koydu. Büyük Selçuklu Devleti’nin mimari üslubunu daha farklı yorumladı ve geliştirdi. Örneğin Büyük Selçuklu mimarisinin aksine binaları taştan yapıyordu. Taş oyma sanatı ve fayans dekorasyonu oldukça gelişmişti. Anadolu Selçuklu mimarisi, Ermeni, Bizans, İran ve Arap mimarisinden etkilenmiştir. Binalarının yapımında bir çok Ermeni taş oyma sanatçısı çalışırdı.
13. yüzyılın başlarında bir çok imar faaliyetine girişildi. İlk dönem Anadolu Selçukluları fetih hareketleri ve kendilerine alan açma girişimleri yüzünden çok fazla inşaat eylemlerinde bulunamasalar da ikinci dönem oldukça verimli geçti. Yerel beylerde bu imar girişimlerine destek vererek kendi bölgelerine katkıda bulundular.

Genellikle Orta ve Doğu Anadolu bölgelerinde görülen Selçuklu eserleri bazen liman kentlerinde de ortaya çıkabiliyordu. Alanya ve Sinop’taki inşa faaliyetleri buna örnek verilebilir. Her yeni fethedilen yere yeni insanlar ile beraber yeni bir şehir kuruluyor. Bu şehirlerin mimari kimlikleri ile uyum içerisinde camiler, kervansaraylar, kaleler, medreseler inşa ederek kalıcı olmayı önemsiyorlardı.
Anadolu Selçukluları, Müslüman Türkler tarafından yönetilen çok dinli ve çok kültürlü bir devletti. Bazı şehirlerin ele geçirilmesi ile farklı dinlerden olan yerel halk ile kaynaşmak hızlı olurken kimi şehirlerde zorluk çekiliyordu. Selçukluların akışkan toplum yapısı kendi içerisinde bütünlük sağlamaya yönelik hareketler sağlıyordu. Mimari faaliyetler bunun bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. Konya, Erzurum, Sivas, Kayseri, Niğde, Sinop gibi şehirlerdeki kültürel yapılar mimari eklektikle birleşiyordu. Ancak İslam dünyasının sınırlarındaki toplumun akışkanlığı ve Moğol istilaları, Anadolu Selçuklu Devletinin bir imparatorluk mimarisi tarzını engelledi.


Anadolu Selçuklu mimarisi hem Ermeni mimarisinden hem de Pers etkisinden güçlü izler taşır. Selçuklu mimarisinin biçim ve tekniklerini Ermeni, Pers, Bizans, Arap mimarisinin bazı yapılarında görmek mümkün oluyordu. Selçuklular bu çok kültürlü mimariyi Orta Asya mimarisiyle birleştirmeyi bilmişlerdi. Anadolu’da mimari bir unsur olarak zaten önceden beri yaygın olarak kullanılan taş kimi zaman bir medresede kimi zaman camilerde kimi zaman ise kervansaraylarda vücut buluyordu. Üstelik taşı oymak mimari bir dekorasyon öğesi haline getirmenin ötesinde çağlar ötesi bir mesaj vermenin sırrıydı. Böylelikle geçmiş asla “geçmemiş” olacak sanatsal bir değer kazanacak ve abidevi niteliğine ulaşacaktı.


Camilerin pişteklerinde (taçkapı), pencerelerde, minarelerde veya medrese duvarlarında kısaca Anadolu Selçuklularına ait neredeyse tüm yapılarda bir sembolizm hakimdir. Bu semboller arasında çift başlı kartal, çarkıfelek, yıldız, svastika, lale, hayat ağacı, aslan, ejderha ilk akla gelenlerdir. Bir yapıdaki tüm simgesel ağırlığı taç kapıya yükleyip cepheyi ona göre şekillendirmek İslam ortaçağının özellikle de Anadolu Selçuklu döneminin en belirgin özelliğiydi. Bunun yanında yapılan eserlere “Allah” ve “Muhammed” lafzı, ayetler nakşedilmiş ve dönemin Sultanı anılmıştır. Büyük Selçuklu mimarisinde olduğu gibi Anadolu Selçuklularında ‘da mukarnas ve çini işçiliğine özen gösterilmiştir.


İran’da görülen dört eyvanlı plan Anadolu Selçuklu camilerinde görülmedi. “Ulu Cami” adlandırması aynen devam etti ve geleneksel camilerin yanında sütünlarla desteklenen çatı sistemi yanı hipostil yapılarda ortaya kondu. Doğan Kuban “Selçuklu Çağında Anadolu Sanatı” adlı kitabında “12. yüzyıl ve 13. yüzyıl Anadolu camilerinin birçoğunda minare olmayışını, sonradan eklendiğini ve bu minareleri yapacak usta bulunmadığından böyle davranıldığı…” yazsa da hem Büyük Selçuklu eserlerine hem de ilk dönem ve sonrasında yapılan Anadolu Selçuklu camilerinde minarelerin kullanıldığını görüyoruz. Zaman içerisinde kimi Anadolu Selçuklu camilerindeki minareler tahribata uğramış ve Osmanlı döneminde gövdeleri daha silindirik bir hale dönüşmüştür.
Bunun yanında halen geleneksel Anadolu Selçuklu minaresi görmek mümkündür. Erzurum Çifte Minareli Medresesi, Konya İnce Minareli Medrese, Yakutiye Medresesi bunlardan sadece birkaçıdır. Diğer taraftan “kale cami” olarak adlandırılan “bazilikal” tipte camilerde inşa edildi. Bunlar yerel kilise mimarisinden etkilenmiş olabilir. Divriği Kale Cami ve Kayseri Hunat Hatun Cami bunlara örnek gösterilebilir.

13. yüzyılda Batı Anadolu’da ortaya çıkan ahşap sütunlu ve tavanlı hipostil camilere en eski örnek Sivrihisar Ulu Camidir. Konya-Beyşehir’deki Eşrefoğlu Cami ise en başarılı örnekler arasında gösterilebilir. Bu camilerin ahşap sütunları süslü bir şekilde oyulmuştu.



Güneydoğu’ya gittiğimizde ise baskın Arap-Bizans ve Ermeni etkilerinin yanında 11. ve 12. yüzyıllarda Selçuklular ile beraber yeniden kimlik bulan İslami mimari öğelere rastlarız. Diyarbakır Ulu Cami bunlardan biridir. Aslen 7. yüzyılda kurulan ancak şimdiki mevcut halini 12. yüzyılda Selçuklularla kazanan Cami daha sonraki dönemlerde bölge hanedanlarından Artuklular tarafından eklemeler geçirmiştir. Şam’daki Emevi Cami’yi andıran caminin bulunduğu yerde eskiden Bizans kilisesi mevcuttu.
Anadolu’da bir çok medrese inşa edildi. Bunlar mimari açıdan iki tipten oluşuyordu. Açık avlulu ve çok sayıda eyvandan oluşan anıtsal taç kapı ile süslenen medreseler bunların ilkiydi. Erzurum Çifte Minareli Medrese (taç kapının hemen üstünde ikiz minare ile süslenmiş en erken örneklerden -1250-), Sivas Gök Medrese, Buruciye Medresesi, Niğde Ak Medrese gibi örnekler mimari açıdan ilk tipe örnektir. İkinci tip medrese türü ise kubbe veya tonozla örtülü merkezi bir avluya sahipti. Bunlar ilkine nazaran daha küçük yapılardı. Karatay Medresesi, Yakutiye Medresesi bunlara örnektir.


Mezarlar, camilere veya medreselere eşlik edebilen yapılar olmasının yanında bağımsızda olabiliyordu. Kümbet olarak bilinen dairesel tipteki bu yapılar içeride bir kubbeye dışında ise konik çatıya sahipti. Çeşitli varyasyonları olmakla beraber genellikle sekizgen şeklinde yapılmıştı. Kümbetlere daha önce Selçuk İran’ında rastlamakla beraber Türk coğrafyasının neredeyse tamamında görmek mümkündür. Kule mezarlar denilen kümbetler anıtsal yapılardı ve herkes için değil sadece saygı duyulan kişilere inşa edilirdi. Türklerin kümbet kültürünü ileride İslam coğrafyasının neredeyse tamamında türbeler şeklinde görmek mümkündür. Türkler, Hint stupa yapılarından veya kendi Otağ-Yurt kültünden kümbeti geliştirmiş olabilir.
Anadolu’da kümbetlere dekoratif açıdan baktığımızda gerçekten bir zenginlik ve ahenk görürüz. Kümbetlerin hepsi aynı gibi gözükse de aslında hiç öyle değildir. Örneğin Erzurum’daki Emir Saltuk Türbesi‘nin alt kısmı sekizgen, üst kısmı silindiriktir. Kayseri’de onikigen bir yapı olarak Döner Kümbet mukarnas ve taş oyma desenleri ile kendi sınırlarını zorlamıştır.

Bunun yanında meydan mezarları olarak Ahlat’taki mezarlık örnek gösterilebilir. Yakın tarihe kadar “Ahlat Selçuklu Mezarlığı”, “Türk-İslam Mezarlığı” gibi tabirler söz konusu olmamıştır. Zaten literatürde böyle bir tanımlamada mevcut değildir. Bir mezarlık varsa ya Müslümanlara aittir veya gayrimüslimlere… Üçüncü olarak ise farklı inanç ve mezheplere göre bölünmüş mezarlar bulunur ki Ahlat Meydan Mezarlığı buna örnektir. Burası kısmen Hristiyan Ermenilere kısmen de Müslümanlara aittir. Bölgede eskiden Ermenilerin yaşadığı malumdur. Sonradan ise bölgeye Mervaniler hakim olmuştur. Mervaniler (990-1085) belirttiğim tarihlerde hüküm süren Kürt hanedanıydı. Büyük Selçuklu Devleti 1080’den itibaren Ahlat başta olmak üzere bölgedeki birçok yeri ele geçirerek hanedanı son verdi.

Ahlat Meydan Mezarlığı’nda bulunan Haçkarların, Müslüman dikey mezarlarına çok benzediği doğrudur. Selçuklular burayı fethetmeden öncede bu bölgede bu mezarlığın olduğunu düşünürsek ve bölgedeki Ermeni, Arap, Kürt asıllı mezarlara bakarsak ihtimaldir ki Müslümanlar bu anıtsal mimari kimliği Ermenilerden esinlenmişlerdir.

Haçkarlar gibi Müslüman mezar taşları ‘da bir mezar taşı olarak görülmemelidir. Nasıl ki haçkarların dikilmesinde yaygın inanış yaşayan veya ölmüş bir kişinin ruhunun kurtuluşu veya askeri bir zafer yahut bir kilise inşası için adak niyetine yapılmış ise Müslüman mezarları da buna benzer niyetlerle yapılmış olabilir. Örneğin Selçuklu fetihleri sonrası bölgedeki ejder, kandil, geometrik desenler, hayat ağacı hep bu uhrevi inancın göstergesiydi.
Kervansaraylar, Anadolu Selçuklu mimarisinin en önemli anıtsal yapıları arasındadır. Birçoğu Moğol istilası sebebiyle veya başka nedenlerden ötürü günümüzde olmasa da halen varlığını sürdüren onlarca kervansaray mevcut. Bu kervansarayların çoğu Anadolu Selçukluların zirvesi sayılan Alaeddin Keykubat döneminde yapıldı. Ticareti canlandırmak amacıyla ticaret yolları üzerinde yapılan bu yapılara dünyanın dört tarafından tüccarlar, seyyahlar geliyordu. Geçici süre barınma ihtiyacını karşılayan bu misafirler hamamlar aracılıyla temizlik ihtiyacı, yemek ve ibadet ihtiyaçlarını yine kervansaray sınırları içinde görürdü.

Kervansarayların güvenlik amacıyla tek girişi bulunurdu ve bu giriş sürekli kontrol edilirdi. Geceleri kapatılan bu girişlerde muhafızlar bulunurdu. Ayrıca çatı savunma amacına göre inşa edilmişti. Diğer Selçuklu yapıları gibi zengin dekorasyona sahipti. Mukarnas tekniği burada da kullanılmıştı.
Anadolu Selçuklu saraylarından günümüze çok az şey kaldı. Moğol istilası sonucunda saraylar birer harabeye döndü. Diğer Selçuklu yapılarına kıyasla sarayların bu denli tahribata uğramış olması tesadüf olamaz. Bugün sadece kalıntıları üzerinde araştırmalarını yürüten arkeologlar bir devrin oldukça süslü yapılarının bu denli yok olabileceğini nasıl tahmin edebilirdi. Konya’daki Selçuklu sarayı kalıntıları hemen Alaeddin Camii’nin yanında bulunuyordu. Yine bugün artık belgelenen Kayseri’deki Keykubadiye kalıntıları yazlık bir saraydı. Beyşehir Gölü’nün kıyısında inşa ettirilen bir başka yazlık saray ise Kubadabad Sarayı idi. Etrafı surlarla çevrili olan bu sarayların kimisinde muhteşem çini örnekleri ortaya çıkmıştır.

Kaleler, surlar, kuleler ve köprüler ise saraylara kıyasla oldukça sağlamdır. Bugün birçok Anadolu Selçuklu şehrinde görebileceğimiz kaleler surları ile birlikte halen ayaktadır. Sivas kalesi, Kayseri kalesi, Antalya Kalesi bunlara örnektir. Antalya Kalesi ile beraber bir deniz kulesi olan (Kızıl Kule) mevcuttur. Diyarbakır’daki şehri savunmak için yapılan surlar çeşitli dönemlerden kalmadır. Mevcut surlara Anadolu Selçuklular ekleme yapmıştır. Bölgede bulunan Artuklular tarafından bir kaç kule inşa edilmiştir. Anadolu’da hem Selçuklular hem de Artuklular bölgenin coğrafi koşulları sebebiyle nehirler üzerine sivri kemerli köprüler inşa etti. Silvan’daki Malabadi Köprüsü (1147) bunun erken örneğidir. Anadolu’da en eski İslami dönem köprüsü ise Dicle Köprüsüdür (1065-67). Her iki köprü tipide önce Roma İmparatorluğu daha sonra İslam Devletlerinde, Selçuklularda ve Osmanlılarda kullanılmıştır.





Sonuç olarak; Anadolu’da, Büyük Selçuklu Devletinden bağımsız bir şekilde kendi devletini kuran Anadolu Selçuklu Devleti (Rum Selçukluları) bıraktığı eserler ile keşfedilmeyi, araştırılmayı bekliyor. Mimari eserlerinde kısmen İran Selçuklularını takip etseler de özgün nitelikte sanatsal mimarı yapılar ortaya koymayı başardılar. Bu eserleri vücuda getirirken kendi tebaları olan Ermeni, Pers, Arap ustalardan yararlandılar. Hemen hemen çoğu eserlerinde görebildiğimiz sembolizm ile bize ve geleceğe ulaştılar. Onları Büyük Selçuklulardan ayıran en büyük özellik coğrafi şartlardı belki de… İran’da tuğla kullanan Büyük Selçuklu hanedanı Anadolu’ya geldiği vakit taşı adeta bir nakkaş gibi işleyecek zamanının ötesine seslenecekti. Onların bıraktığı mimari izi Kayı boyu takip edecekti…