İstanbul’u gezerken çoğu zaman rotasız bir şekilde gezerim. Günübirlik olan gezilerimin kendiliğinden oluşmasından memnunum. Bir Kumsal Kasabası olan Samatya‘ya gelişimde böyle oldu. Üsküdar’dan Eminönü’ne doğru vapura bindiğimde aklımdan “nereye gitsem” gibi bir düşünce hiç geçmedi. Vapur yavaş yavaş ilerlerken gözlerim Suriçi dediğimiz bizzat İstanbul’un kendisi olan Tarihi Yarımada‘ya doğru dalmıştı…
Esasen eskiden İstanbul dendiğinde şehir merkezi olarak Tarihi Yarımada veya Suriçi algılanırdı. Geride kalan şehir merkezindeki bölgeler için Bilâd-ı Selâse (Üç Belde) adı verilirdi. Eyüpsultan, Galata, Üsküdar için kullanılan bu tabir günümüzdeki banliyö anlayışını anımsatıyor. Öyle ki Silivri’ye kadar olan bölge Eyüp, Yeniköy’e kadar olan bölge Galata ve Pendik’e kadar uzanan bölge de Üsküdar kadısının idaresi altındaydı.

Vapur olabildiğince vakur şekilde iskeleye yanaşırken içerideki yolcular çoktan ayaklanmış telaşlı bir biçimde inmenin derdindeydi. Bende yavaş yavaş toparlanarak arkalarından sıraya katıldım. Kapının açılması ile beraber adeta yarımadaya çıkarma yapmış, Eminönü‘nün hiç bitmeyen kalabalığına katılmış olduk. Eminönü’ne vardığınızda muhtemelen dikkatinizi çekecek dört şey kalabalık, Valide Sultan Cami (Yeni Cami), Galata Köprüsü ve balıkçılar olacaktır.
Kültürel Bir Hafıza Olarak Samatya
Kennedy Caddesi üzerinden yürümek yerine Marmaray’ın hemen yanındaki T6 Sirkeci-Kazlıçeşme tramvayına biniyorum. Genelde sakin olan bu tramvayın geçtiği güzergahlar şu şekilde. Sirkeci, Cankurtaran, Kumkapı, Yenikapı, Cerrahpaşa, Kocamustafapaşa, Yedikule ve son olarak Kazlıçeşme.
Resmi olarak semtin adı Kocamustafapaşa ancak insanların çoğu hala Samatya demeye devam ediyor. Samatya‘da inerek tarihi surların içerisinden geçerek İstanbul turuma başlıyorum. Resmi olarak hangi kelimenin kullanıldığını bir tarafa bırakırsak Samatya adını bir zamanlar burada yoğun olarak bulunan Psamatyon‘dan almış. Yunanca kumlu anlamına gelen Ψαμάθιον (Psamatyon) tarihi süreç içerisinde değişerek günümüzde Psamathos, Psamathia olmuş, ardından da Samatya’ya kadar evrilmiş. Cumhuriyet sonrasında ise Bizans kökenli semt isimlerinin değiştirilmesiyle ismini Koca Mustafa Paşa’ya dönüştürmüş.

Bir zamanlar denize bitişik, denizle iç içe olan bu semt Menderes döneminde yapılan sahil yolu projesiyle birbirlerinden ayrılmış. Bölge insanı denizden ayrılsa da her zaman denize olan aşkını devam ettirmiş ve hala devam ettiriyor. Samatya’ya vardığınızda balıkçıların sabahın erken vakti “vira bismillah” deyip akşama kadar ağlarını salarak tuttuğu balıkları bölge insanına ve meyhanecilere satması günlük olağan işlerden. Rızıklarını bu şekilde kazanan balıkçılar küçük küçük tekneleri ile denize kavuşuyor. Denizle bir oluyor. Civardaki balıkçı tekneleri, dükkanları ve her dükkanın önünde bekleyen tombul uykucu tekiri ile Samatya her daim özgün her zaman bir siluet oluşturuyor adeta.

1955’deki 6-7 Eylül olaylarına kadar Müslüman, Rum, Ermeni nüfusu kendi içerisinde mecz eden Samatya bu tarihte yaşanan elem hadiseden sonra maalesef hızla Rum ve Ermeni nüfusunu kaybetmiş. Çoğu Selanik’e, Atina’ya göç eden gayrimüslim nüfustan geriye ise çok az sayıda insan kalmış. Kalanlar ise aile meslekleri olan demircilik, meyhanecilik, balıkçılık gibi meslekleri devam ettirmeye çalışıyorlar. O dönemleri hatırlamak istemeyen Rumlar ve Ermeniler günümüzde Müslümanlarla beraber huzurlu bir şekilde yaşıyor, yaşamak istiyor.
Daracık sokakları, iki veya üç katlı cumbalı ahşap evleri, camlarından sarkan rengarenk çamaşırları, sokak kedileri, bakkalları, balıkçı kahveleri, mahalle hayatı ile Samatya hala yaşamaya devam ediyor. Sokaklarında hala çocuklar top oynayarak “beraberiz” mesajı veriyor. Günümüzdeki modern topluma ve modern dünyanın “pratikliğine”, “bireyselliğine”, karşın Samatya kendi içerisinde yaşattığı birlik ile toplum olmayı başarırken bu beraberlikten doğan yardımlaşma ile de oldukça pratik ve sade bir şekilde yaşamaya gayret gösteriyor. Geleceğe nazire yaparcasına ve inadına…


Samatya’da İlahi olana ulaşmak için kimi zaman çan sesleri kimi zaman ise ezan sesleri vücud buluyor. Denizden bakıldığı vakit minare ve çan kulelerini görmek başka bir güzellik katıyor semte ve İstanbul’a… Bugün bu birlikteliği Ayios Nikolaos’da, Surp Kevork’da, Ayios Minas’da, Abdi Çelebi’de görebilmekteyiz. Herkes kendi dini üzerinde inancını özgürce yaşayarak devam ediyor. İstanbul’da bu anlamda aslında nokta-i nazar niteliğinde.

Tarihi dokusu nedeniyle film ve dizi yapımcılarının gözde mekânlarından olan Samatya’da çekilen yapımlar arasında akla gelenler arasında İkinci Bahar dizisi ile Nuri Bilge Ceylan’ın yönetmenliğini yaptığı Üç Maymun‘u tabi ki unutmamak gerekiyor. Samatya sokaklarında gezerken Ali Haydar’ın dükkanını görüyorum. Şener Şen ve Türkan Şoray‘ın başrollerinde oynadığı İkinci Bahar dizisi bir zamanlar çok izlenen ve sevilen TV dizileri arasındaydı.

1 Geleneksel 1 Modern Cami…
Sümbül Efendi Cami
Samatya’yı merkez alarak kuzeye doğru çıkıyorum. Belli bir hedefim yok. Sokak aralarında yürümeye devam ediyorum. Ahşap binaların yan yana bitişik vaziyette olduğu bu sokakların birinde bir çift göz görüyorum. Çizgileri epey derinleşmiş, pencerenin önünde duran saksıların içindeki begonvilleri sulamaya çalışıyor. Yaşamaya ve yaşatmaya çalışırken bir yandan da vuslatı bekliyor sanki…
Ara sokaklardan çıkıp yoluma devam ediyorum… Kalabalık yoğunlaşıyor, hareket baş rol oluyor. İhtimal ki bir mabed çevresindeyim. Evet, karşımda bir cami. İsmini bilmediğim sonradan girişinde öğrendiğim bu yapıtın ismi Sümbül Efendi Cami ve Sümbül Efendi Türbesi. 1486 yılında yapılan caminin asıl ismi Kocamustafapaşa Camii ama halk arasında Sümbül Efendi Cami deniyor. İstanbul fethedilmeden önce burasının ismi Aziz Andrea Manastırıymış. Kısaca Sümbül Efendi Cami, manastırdan dönme bir yapı. Tarihi Yarımada bölgesindeki camilerin çoğunun fetihten sonra kilise veya manastırdan dönüştürülmüş yapıtlar olduğunu unutmamak gerek.


Sümbül Efendi kimmiş diye kısa bir araştırma yapıyorum. Karşıma çıkanlar; Sünbül Sinan Efendi. Büyük velî, Halvetiyye’nin Sünbüliyye kolunun kurucusu, mutasavvıf, medrese kökenli müfessir ve vâiz. Öylece devam ediyor… Her neyse İlk olarak türbeyi dışardan gezdikten sonra içine hızlıca bir girip çıkıyorum. Klasik Osmanlı türbelerinden farklı herhangi bir şey pek göremedim açıkçası. Ardından camiye geçiyorum. Zaten tam karşısında kalıyor. İstanbul’un fethinden önce Latin istilası sonrasında ciddi tahribata uğruyor. Fetihle beraber manastır camiye dönüştürülüyor. Manastırdan kalan orijinal sütunları hala görebilirsiniz.




Nasıl Gidilir?
İstanbul’un manevi çekim merkezlerinden biri olan Sümbül Efendi Cami‘sine gitmek isterseniz ya benim gibi Samatya üzerinden kuzeye doğru gezerek ve görecek kısaca tarihi yaşayarak gelebilirsiniz. İnanın yol sizi bir yerlere çıkartıyor.
Veya; Sultanahmet’ten tramvaya binip Aksaray’da indikten sonra sırasıyla Cerrahpaşa ve Kocamustafapaşa caddelerinden aşağı doğru yürüyebilirsiniz, ya da tramvaydan Haseki durağında inip güneye, deniz istikametinde yürüyebilirsiniz. Kapalıçarşı’nın önünden kalkan 35A ve Taksim’den kalkan 35C no’lu otobüsler de buraya geliyor.
Şüca Mehmet Çavuş Cami
Koca Mustafa Paşa caddesi üzerinden Kuvayi Milliye Caddesi’ne geçiyorum. Dümdüz yürüdükten sonra sağ tarafa dönüyorum. Hekimoğlu Ali Paşa Caddesi üzerinde olduğumu öğreniyorum. Bölge ve mahalle hakkında hiç bir bilgim yok. Yani şöyle anlatayım durumu; Hani bazen insan Google’dan bakar ya… Şurada ne var burada ne var gibi… Hiç bir bakma isteği oluşmadı. İyi ki de oluşmamış. Sokaklarda kaybolmak gibisi yok. Size komut veren yok. “Şimdi sağa dönün, yokuş inin şuna binin, şuradan girin” diyen yok. En güzeli şehrin sokaklarında bilmeden gezmek ve o şehrin, bölgenin insanına sormak. Benden söylemesi…
Hekimoğlu Ali Paşa Caddesi üzerinde yürürken sol tarafta küçük minimal bir cami göreceksiniz. İsmi Şüca Mehmet Çavuş Cami. Dışarıdan bakıldığında direk dikkat çekiyor zaten. Konik şeklinde minaresi ve küp şeklinde yapısı bulunan kubbesiz bu cami modern mimarinin estetik anlayışını yansıtmaya çalışmış. Belki ileride bu tip camilere klasik diyeceğiz kim bilir?
Her ne kadar cadde üzerinde bulunsa da apartmanlar arasında sıkışıp kalan bu caminin tabelasından camiinin tarihçesi hakkında bilgi ediniyorum. Kısaca… 1477 yılında mescid olarak yapılmış, 1852’de camiye çevrilmiş. 1914 yılında bir yangın geçiriyor ve 1927 yılına kadar ibadete açık kalıyor. Sonrasında ise cami uğradığı tahribata vs. dayanamıyor ve yıkılıyor. Bulunduğu arsa ise gecekondular tarafından 80 yıl kullanılmış. 2017 yılında ise yeniden ibadete açılmış. Ama bu kez farklı bir mimari üslup ile tabi ki…



Örneklerde de görüldüğü gibi zaman içerisinde mimari anlayışımızda dönüşüyor, dönüşmek zorunda. Bir tarafta 21. yy anlayışı ve yorumlamasını görürken öbür tarafta 15. yy klasik Osmanlı mimarisini görebiliyoruz. Ancak şunu eklemek istiyorum. Günümüzde klasik Osmanlı camilerine özenerek bu tip mimari anlayışının devam ettirilmesini anlamsız ve saçma bulurum. Bu eskinin taklitçiliğinden başka hiçbir şey olmaz. Aksine yeni yorum ve estetik çabalarla Şuca Mehmet Çavuş Cami gibi yapıların daha çok görünür hale gelmesi gerekiyor.
Samatya’dan başlayan yolculuğumda manastırlar, kiliseler, geleneksel ve modern cami formları görmekle beraber hala yaşayan farklı dinlere mensup ama aidiyet ve kimlikleri ile bir ve beraber olan insanları görmek ve sizlerle tanıştırmak beni memnun etti. Umarım sizler içinde öyle olmuştur…