Dergiciliğimiz yaklaşık yüz elli yıldır edebiyat ve kültür dünyamızı şekillendiriyor. Başta pozitif ve sosyal bilim alanında kaleme alınmış birçok dergi, bilgi ve kültür dünyamıza katkıda bulunurken bugün dergilerimizin geldiği noktada böyle bir kültür aktarımı taşıdığını söylemek maalesef zor.
1849’da yayımlanmaya başlayan ve mesleki bir dergi olan Vekayi-i Tıbbiye’yi bir kenara bırakırsak ilk sayısı 1862 yılında çıkan Mecmua-i Fünun’u dergiciliğimizin ilki olarak görebiliriz. Bir Tanzimat entelektüeli olan Münif Paşa’nın çıkardığı bu dergi bugünkü anladığımız gibi “fen” dergisi değildi. 19.Yüzyılda fen sözcüğünün her türlü bilgi için kullanıldığını düşünürsek derginin Batı dünyasından pozitif ve sosyal ilimlerdeki gelişmeleri aktaran bilgi ve kültür dergisi olduğunu anlayabiliriz.
Dergiciliğimizin belki de en verimli olduğu yıllar II. Abdülhamid’in saltanat yıllarına rastlar. Ne ironiktir ki bu verimli yıllar ile beraber yasakların, bazı özgürlüklerin kısıtlanması da söz konusudur. Sultanın kurmuş olduğu hafiye teşkilatı zamanla devletin bir sopası olarak kullanılmış, baskı ve jurnalcilik dönemin edebiyat ve kültür dünyasını da etkilemiştir.
Gazetelerin siyasi ve sosyal meseleler yüzünden sansüre uğraması, yasaklanması, kapatılması mevzudur. Ancak gazetelerin yerini bu sefer dergiler alır. Mirsad, Malumat, Servet-i Fünun, İrtika, Resimli Gazete gibi dergilerin çoğu ideolojik meselelere ve dönemin şartlarına göre hareket etmiştir. Hatta bunlardan bazıları bizzat saraydan himaye gören dergiler olmuştur. Ancak olayları ve kişileri göz önüne alanlar fikirleri ya gözden kaçırmışlar ya göz ardı etmişlerdir.
İkinci Meşrutiyetin ilanından Cumhuriyet’in ilanına kadar olan süreçte dönemin ağır şartlarına rağmen kimisi kısa kimisi uzun ömürlü yaklaşık iki yüz kadar farklı dergi yayımlanmıştır. Görünürde fikir ve sanat dergisi olan bu dergilerin çoğu siyasi hareket içerisinde olmuştur: Şehbal, Genç Kalemler, Türk Yurdu, Sırat-ı Müstakim, Dergâh, Yeni Mecmua, Büyük Mecmua bu dergiler arasındadır. Kapatılan her gazete ve derginin arkasından bir başkası açılmış, hepsi de halk tarafından yoğun talep görmüştür.



Cumhuriyet’ten sonra tek parti yönetiminin imkânları dâhilinde yayımlanan, kimi kaliteli fikir, sanat ve edebiyat dergileri çıkmıştır. Bunlardan bazılarını sayarsak; Hayat, Fikir Hareketleri, Varlık, Hareket, Çığır, Yeni Adam, Yedigün, Yarımay, Ağaç, Kadro, Yücel gibi. II. Dünya Savaşı sonrası çok partili rejime geçiş nispeten memlekete hürriyet atmosferini getirmiş olsa da ülkenin içinde bulunmuş olduğu iktisadi durum yayın piyasasını etkilemekteydi. Dergiciliğimizin ana hatlarıyla geçmişine değindikten sonra günümüzdeki durumunu ele almak ve dergilerimizin sorunlarını yazmamız gerektiğini düşünüyorum.
Dergiler için Cemil Meriç: “Dergiler hür tefekkürün kalesidir.” ifadesini kullanmış. Bu ifade Türkiye’deki edebiyat ve kültür dergilerini düşündüğümüzde kendisini o kadar genelleştiriyor ki işte o zaman umutsuzluğa kapılıyorum nedense. Tabi ki dergiler hür tefekkürün kalesi olmalıdır, peki ama nasıl? Dergilerin daha fazla öne çıktığı II. Abdülhamid döneminden itibaren günümüze kadar her devirde siyasi şartlar yüzünden birçok derginin defalarca yayına ara verdiği hatta kapandığı bilinmektedir. Bununla birlikte dergiler sadece siyasi olaylar neticesinde mi yayın hayatına son verirler? Tabi ki hayır…
Öncelikle dergi ile okur arasında bir bağ vardır. Dergiler, okurunun entelektüel seviyesini bağımsız şekilde geliştiren mecralardandır. Akademiye kıyasla dergiler yazara daha hür yazabilme olanağı sunar. Böylelikle dergi sadece okunan nesne olmaktan çıkıp okuyucusunu yetiştiren birer eğitim mekânına dönüşürken, bu mekteplerde yetişen okuyucuların da zamanla kültür sahamızda söz sahibi olan kişiler olduklarını görebiliriz.

Bir başka mesele dergilerimizin sürekliliği hususudur. Günümüzde kimi dergilerin asıl sorunu sürekliliğinden ziyade şahsiyetini bulamayışlarıdır. Şüphesiz dergilerimizi önemli kılan devamlı oluşlarıdır fakat daha da önemlisi o dergilerin iletmek istediği mesajlardır. Bir derginin kalitesi muhtevasıyla belli olur. Gelin görün ki, kimi dergilerimizin edebiyata heveskâr ama bir o kadar da magazinsel olmasını nasıl açıklamalıyız. Edebiyat ve fikir yazıları yerine fantezi mahsulü birkaç şiir ve yazı ile renkli reklam sayfaları arasında kalmış ticari kaygılar güden dergilerin sanat ve şahsiyet namına kalıcılığı mümkün müdür? Hele henüz bir yılını doldurmamışken yayın hayatından çekilmiş kaç tane vasıfsız dergi olmuştur siz düşünün. Peki, bunun sebebini maddede mi aramalı yoksa manada mı? Ekonomik sebepler, okuyucu bulamama, ilgisizlik, dağıtım güçlüğü… Hepsi birer sebeptir ama asıl sebep değildir.
Dergilerin Kurumsallaşması…
Masamın üstünde birçok dergi var. Ama özellikle iki tanesini seçtim. İlki 1 Nisan 1953 tarihli Varlık dergisinin 393. sayısı. Kapağında Van Gogh’un Desen çalışması var. Saman kâğıdında renksiz sayfalar. Ayrıca Suat Taşer “Piyesi İlgilendirecek Halk” diye bir yazı yazmış. Fena değil, piyes-oyuncu-seyirci arasında bir rabıta olduğuna dikkat çekiyor. İkinci olarak yine Varlık dergisine göz atıyorum. Bu sefer 1 Ocak 1991 tarihli yani 1000. sayısı var elimde! Derginin ön kapağında kocaman renkli şekilde 1000 yazılmış. Saman kâğıdı hala değişmemiş ama değişen birçok şey var. 393. sayıya göre 1000. sayının kapakları renkli ve üstelik dergi içeriğinde bol bol matbaa ve banka reklamları söz konusu. Sayfa sayısı eskiye nazaran üç kat artarak 64 olmuş. Gelelim içeriğine; bu sayıya özel okurlarına 1. Sayısının tıpkıbasımını vererek söze başlamışlar. Güzel ve faydalı buldum açıkçası. Tarık Dursun’un “Toplumsal Yozlaşmanın Engeli Ödüllerdir” yazısı dikkate değer.
Bu iki örneği neden verdiğimi açıklayayım. Gönül isterdi ki memleketimizin fikir dünyasını inşa eden dergilerimiz daha uzun süreli yayın yapabilsin. Ancak hakikat bize gösteriyor ki dergilerimiz arasında uzun ömürlü olanlar pek değil. 1880’lerden 1940’lara kadar devam eden Servet-i Fünun ve 1936’dan günümüze dek macerasını sürdüren Varlık dergilerinin bizlere en azından şunu gösterebildiğini umuyorum. Duruş sahibi olmak! Düşüncelerini ve görüşlerini ister beğenirsiniz ister beğenmezsiniz bu iki dergi hem duruşu hem de Türk edebiyatında bıraktığı izler dolayısıyla sürekli güncel kalabilmeyi başarabilmiş. Tabi ki Türk yayın hayatında Malumat, Türk Yurdu, İçtihad gibi dergiler çıksa da Varlık dergisi belli bir zaman içerisinde kurumsallaştığı için ayakta kalabilmeyi başarabiliyor.
Madde, mânâyı belirlemiyor tam aksine mânânın derdi, kaleminde gözüküyor. Dergi üzerindeki mânâ zenginliğinden doğan akisler ise zamanla onun duruşuna destek olan kurumların derdi oluyor. Böylece ortaya kurumsal kimliğe bürünmüş dergiler çıkıyor.
***
Bugün dergilerimiz ekonomik bunalım yaşamakta. Son iki-üç yıl içinde kaç tane dergi kapandı acaba? Arka Kapak, Fayrap, İtibar, Notlar bunlardan sadece birkaç örneği olarak çıkıyor karşımıza. İşin en acı yönü de bir derginin kapanmasından ziyade unutulması oluyor galiba. Kapitalist ekonomiye karşı koyamayan dergilerimizin günahı dergiyi yönetenlere mi ait yoksa okuyucuya mı ait diye soruyorum? Yazı kalitesini düşürmeden, derginin içeriğini magazinleştirmeden, dergiyi reklama bulandırmadan bir dergiyi yönetenler ne yapmalı? Okuyucu ne yapmalı? Dergiyi yönetenler ne yapmalı?
Açık söyleyeceğim. Bir dergi okuyucusu olarak elimden geldiğince fikir ve düşünce ayrımı yapmadan dergileri takip etmeye çalışıyorum. –Şucuymuş, -bucuymuş demeden de günümüz yazarlarını okuyor, notlar alıyorum. Genellikle Varlık, İtibar (kapanmadan önce), Yedi İklim, Dergâh, Notlar dergilerini alır, okurum. Ayrıca dergi almaya gittiğim zaman kesinlikle fanzinlerden tutunda yeni sayıları çıkan farklı dergileri şöyle bir karıştırırım. Ama her zaman aynı hüsranla karşılaşırım. Genel itibariyle dergilerimizdeki vasatlık ve bayağılık. Buna taklitçilik de eklenebilir tabi. Özgün duruş sahibi yazarın az olması. Ekonomik kaygılar, Biçimsiz ve estetikten yoksun dergi kapakları. Net, keskin cümle sahibi yazarın az olması…
Tabi burada yazarlara pek haksızlık etmemek lazım çünkü bir derginin basitleşmesine editörler ve okuyucularda katkı sağlar. Dergilerimiz muhteva bakımından geçmişe nazaran bugün birer çöplüktür. Geçmişteki dergilere bakıyorum, az şiir görüyorum fakat hepsi birbirinden derin mânâlı kelimeler… Hikâyelerde de durum aynı. İnceden bir olay dönüyor ama mânâsı keskin. Gelelim düz yazılara… Türkiye’nin yaşadığı derin sorunları dert eden birileri var, görüyorum. Oysa bugün kimsenin böyle bir derdi yok. Dergiler siyasileşmiş, ideolojik birer mekanizma. Böyle olunca sanatta, fikirde, kültürde bir şeylerin değişmesi zor oluyor. Açık söylemek gerekirse iki zıt zümrenin de böyle bir derdi olduğunu da pek zannetmiyorum.
Yukarıda dergilerin kurumsallaşmasına biraz atıf yapmış olabilirim. Ancak bir derginin kurumsal olması her zaman iyi bir şey olmayabilir. Dergilerin 2. Abdülhamid’den beri sürekli kurulup tekrar açıldığını göz önüne aldığımızda, siyasi günlük işlerle ve kalitesiz şiir, yazılarla halkı yönlendirmeye çalıştığı malum. İş böyle olunca -yukarıdaki düşünceme alternatif olarak-bugün bile mânanın maddeyi değil maddenin mânayı belirlediği durumlar ortaya çıkabilmekte. Siyasi kurumlar dün olduğu gibi bugün de kimi dergi, televizyon ve gazetelere destek vermekte, onları himaye etmektedirler. Böyle bir ortamda sizce bağımsız yazı, şiir yazmak mümkün müdür?
Fikrin ve düşüncenin belli kurumların, şirketlerin veya siyasi yönlendirmeler çerçevesinde geliştirilmesini istemek kültür iktidar savaşlarına yol açar. Bu tip bir örgütlenmede bağımsız bireyler olamayacağı gibi, bağımsız düşüncede hayat bulamaz. Buna himaye altına alınmış düşünce diyebiliriz.
Dünya’daki bir çok iktidar halkını etkili bir şekilde yönetmek ve yönlendirmek için belli dergileri, televizyon kanallarını, gazeteleri kullanır. Sergiler açar. Festivaller, konserler ile alanları doldurur. Buna karşın muhalif gruplar veya muhalefet partileri de aynı sistemi kullanır. Osmanlı’da kahvehanelerin muhalif sosyal iletişim mecraları olarak görüldüğü ve buna uygun fetvalar verilerek kapatıldığını unutmamak gerekiyor.

İktidar denen mekanizma veya muhalefet denen başka bir yapı kendisine bağlı sadık insan ister. İşte bu yukarıdaki mecralardaki yapılardan kimisi bu sadık yayın kitleleridir. Tabi buna bağlı olarak sadık insandır. Oluşturulan, himaye altına alınmış düşünce, uyumlu, normal ve sıradandır. Ama kendisini farklı ve üstün görür. Kendisini belli tarihsel doğrultulara inandırmış hiç bir zaman (Acaba!) sorusunu sormayan, şüphesiz insandır.
Fikir ve düşünce hayatımızın yeniden saf ve akışkan olması için önce kendimizi tanımamız gerektiriyor. Ardından çevreyi, doğayı, insanı. İşte o zaman “öteki” denen düşüncenin “bizimkinden” aslında çok da farklı olmadığını anlıyorsunuz. Aksi halde sabit fikirli kimliklere bürünmüş yazarlık kisvesi altında yazanların ancak kendi “mahallesinde” top koşturduğu aşikar. Oysa her iki takımda alt kümede oynayan takımlardan ibaret…
Sonuç olarak toparlarsak; dergilerimiz uzun zamandır siyasi mecraların himayeleri, büyük şirketlerin destekleri altındadır. Bu sadece Türkiye’ye has bir yapı değil dünyanın bir çok ülkesinde kültür çatısı altında bu şekilde işlenmektedir. Günümüzde kaliteli ve bağımsız dergiler azalmış olup böylece entelijansiya’da çekimserlik, küskünlük veya tam tersi birbirlerine karşı taşıdığı kimliklerinden dolayı öfke hakimdir. Ekonomik olarak bağımsız olamamaktan veya yetersizlikten dolayı kapabilecek duruma gelen dergiler kendilerine bir sığınma aracı olarak siyaset yapmayı tercih etmişlerdir. Oysa dergilerin kuruluş amacı halkı bilimsel olarak eğitmek ve entelektüel olarak yol göstermektir. Toplum tasarlamak değil!
Kuşkunun olmadığı yerde aynilik doğar. Kuşku, bilginin öğrenilmesine bir vesiledir. Ötekini, kainatı, insanı, doğayı anlamak öğrenmek ister. Ama soru sorarak. soruyu sorudan doğurarak. Akıl bu sorulara aradığı cevapları bulur, bulmaya gayret eder. Kalbin iman etmesi için aklın var olması, kabiliyetini yerine getiriyor olması şarttır.
Not: Günümüzde bu soruları soran, dert edinen çok az dergi olduğundan ve müteferrik dediğimiz entelijansiya’nın bunalımda olduğunu gördüm için artık blog sayfamdan yazıyor olacağım.