Açık söylemek gerekirse “Stupa nedir?” diye hiç aklımdan geçmiyordu. Modern ve geleneksel camiler üzerine bir okuma yapıyordum. Kubbe ve minaresiz cami olabilir mi? Gerek var mı vs. derken… Kubbeleri araştırmaya başladım. Kapım Roma’ya çıktı. Daha detaylı araştırma yapmaya başlayınca işin rengi değişmeye başladı ve benim de yazımın konusu tabi…
Kısa olarak kubbenin tarifini yapmakta fayda var. Kubbe en basit tarifiyle örtü, dam demek. Yarım küre şeklinde olmasına gerek yok. Örneğin; Selimiye Camii yelkenli kubbe biçiminde iken Erzurum Ulu Camii’nin kubbesi kırlangıç kubbe şeklindedir. Kubbelerin tarih öncesine uzanan uzun bir geçmişi olduğundan başka bir yazıda mutlaka değineceğim.
Belki şu da eklenebilir, hem Mezopotamya’da hem antik Pers, Helen, Roma, Çin, Hint medeniyetlerinde kubbe çok uzun zamandır kullanılıyordu. İslam medeniyeti bu diğer medeniyetlerden oldukça etkilendi. Türkler ise yazıların devamında görüleceği üzere bu sanat ve medeniyetin kurulmasında başrol oynadı.
VI. yüzyılda Hindistan’da ortaya çıkan Budizm’in kurucusu Buda dinini yaymak, elini eteğini dünya hayatından çekmek ve “hakikatı” bulmak amacıyla yola koyulmuştu. Bir çok yeri gezen Buda’nın asıl ismi Siddharta soyadı Gautama idi. “Bouddha” kelimesi Sanskritçe bir kelime olup “aydınlanmış, uyanmış” anlamında kullanıyordu. 80 yaşında ölen Buda’dan sonra ona bağlı olanların sayısı hiç az değildi. Müritleri onun ardından giderek dinini yaymaya devam etti. Maurya krallığı döneminde ise kral Aşoka, Budizm’i kabul edince her yere tapınak yapılmasını emretti.
Stupa (yığın) aslen Buda için bir gömü kurganıydı (tümülüs) ve ilk stupalar Buda’nın isteği üzerine onun küllerini barındırmaktaydı. Bu küller üç ayrı bölgedeki stupalara dağıtılmıştı. Sonradan ölen saygıdeğer kişilerin külleri, eşyaları da aynı uygulamaya tabi tutulmuş ve bir gelenek haline gelmişti. Ancak zamanla stupalar içerisindeki kutsal emanet, insan kemiği, eşyadan arındırılarak Budist tapınağı haline dönüştürülmüştür.


Önünde meditasyon, pradakhshina ibadetleri yapılan stupalar halen Budizm’de önemli ibadet mekanlarıdır. Budizm’de saat yönüne doğru pradakhshina yaparlar. Stupalar ibadet mekanlarının olmalarının yanı sıra Budist manastır mimarisinin de önemli eklentisidir. İkinci gelişen ve kimi zaman stupa ile iç içe olan mimari öğe ise budist rahiplerin buda’nın öğretilerini öğrettirmek için kurulan viharalardır. Üçüncü olarak ise kutsal emanetlerden arındırılmış bir stupanın içinde bulunduğu toplanma odası olan Chaitya’dır. Chaitya, daha çok Hristiyan bazilikasına benzerdi ve içeride dini törenler, ibadetler yapılırdı. Bu anlamda Chaitya aslında Stupa’nın kendisidir diyebiliriz. Sadece mimari olarak farklılıklar vardı.



İlk stupalara M.Ö 5.yy rastlanırken, M.Ö 3. yüzyılda büyük stupaların ve viharaların yapıldığını görüyoruz. Bu viharalarda (manastırlarda) Budizm’i seçen rahiplerin eğitimi ve konaklaması sağlanırdı. Sanchi’deki Büyük Stupa , Asya’da en çok bilinen en iyi korunmuş stupalardan. Hindistan’daki en eski taş yapılardan biri olan Sanchi stupası, Kral Ashoka döneminde yapılmış. M.Ö 3. yüzyıldan beri ayakta. Buraya Budizm’e ve mimariye meraklı dünyanın her tarafından insan geliyor.

Taş oyma işçiliğinin üst düzeyde olduğu mabette bilgeliği tasvir eden lotus çiçeği veya filler, boğalar taşa ince bir sanatla işlenmiş. Sanchi büyük bir Budist kompleksi yaklaşık 50’ye yakın tapınak var ve Sanchi büyük stupa bunlardan sadece biri. Dekoratif kaya oymacılığı çok gelişmiş.


Stupaların, vihara ve chaityalar ile çevrildiğini söylemiştik. İlk dönem viharaları Buda’nın inzivaya çekilmesinden dolayı -onun yolunu takip etmek için- dağlara inşa edilmiş. Buda müritlerine genelde mağaralarda eğitim verirmiş. Zaman geçtikte onun yolundan giden müritleri mağaraları ibadet, dini öğretmeye devam etmek ve dinlenmek için ihtişamlı bir biçimde oyarak ortaya budist kaya mağaralarını çıkarmış.





Mimari Harika Olarak Mağaralar
Hindistan’da yaygın olarak Budist tapınaklarının veya manastırlarının bazılarının mağaralara yapıldığını görürsünüz. Hintliler hem şehirlerine hem de dağlara olağanüstü mağaralar inşa ederek dinlerini yaymışlar. Bu mağaralara örnek olarak; Bhaja, Karla, Bedse, Kanheri ve Ajanta sayılabilir. Daha sonraki medeniyetlere yol göstermesi açısından bir ışık olan bu mimari harikaların bazıları UNESCO tarafından korunuyor. Mağaraların etrafında ve çevresinde tapınaklar, stupalar, viharalar bulunuyor. Erken dönem Budist okulları bu mağaralarda faaliyet göstermiş. Kaya oymacılığı gerçekten çok gelişmiş.

Antik Hint sanatının en iyi hayatta kalan örneklerinden olan bu mağaralar M.Ö 3.yüzyıldan M.S 480’e kadar devam etti. Ajanta Mağaraları , Hindistan’ın Maharashtra eyaletinin Aurangabad bölgesinde. Mağaraların içerisinde stupaların yanı sıra budist dini sanatını ifade eden resimler ve heykellerde bulunuyor.


Ajanta Mağaraları, 75 metrelik bir kaya duvarına oyulmuş viharalar ile chaityalardan oluşuyor. Mağaralarda Buda’nın geçmiş yaşamı ve yeniden doğuşu tasvir ediliyor. Bazı Budist tanrıların kayaya oyulmuş heykelleri ve resimleri de mevcut. Bu mağaralar zamanında birçok keşiş için inziva ve ibadet yeriydi. Ayrıca antik Hindistan’da tüccarların ve hacıların dinlenme yeri olarak hizmet ettiği biliniyordu. Bu anlamda ileride yazılarımda karşılaştıracağım üzere mimari olarak bizdeki kervansarayları/türbeleri veya medreseleri andırıyor.

Mağaraların çoğu simetrik kare planlı vihara salonları olarak inşa edilmiştir. Her vihara salonunda duvarlara oyulmuş küçük kare yatakhane hücreleri vardır. Merkezde bir Buda heykeli bulunurken onun yakınlarında ve sütunlarda kabartmalar bulunurdu. Duvarlarda mutlaka Buda veya tanrılar ile ilgili resimler vardır.




Viharadan hariç diğer ana salon stupa ise kareden ziyade daha dar ve dikdörtgen planlıdır. İki yana doğru dar koridorlarla bölünmüştür. Tavaf için yürüyüş alanı ile çevrili olan stupaların girişlerinin bazılarında ayrıntılı biçimde işlenmiş resimler bulunur. Duvarlarda ihtişamlı kabartmaların yer aldığı stupaların orta kısımında dua salonu yer alır.
Hindistan Dışındaki Stupalar
Genel anlamda toparlarsak stupalar, viharadan ayrı bir mimari yapı olurken bazen de vihara ile bütünleşmiş dini mimari öğeleridir. M.Ö 5.yy’da ortaya çıkan ve M.Ö 3. yüzyılda yaygınlaşmaya başlayan bu yapılar uzun zaman dini ibadet yerleri olmakla beraber zaman içerisinde tüccarların konakladığı yerlerde olmuştur. Stupaların özellikle kervanların geçtiği yerlere kurulması tesadüf değildi. Günümüzde Hindistan başta olmak üzere Güneydoğu Asya ülkelerinin hemen hemen hepsinde stupa ve pagoda mevcuttur. Peki bunların dışında kalan ülkelerde stupa mevcut mudur? Ona bakacağız.
Kültürel etkileşimin zamanı olmayacağına inanırım. Sadece bunun için şartların oluşması gerekir. Mesela savaşlar, afetler olabileceği gibi bunların hiçbiri de olmayıp sadece tüccarlar veya seyyahlar vasıtasıyla bile tarih yazılabilir. Toplumların dini yönelimleri de değişebilir.
Kısa zaman içerisinde İndus Vadisinin dışına çıkan Budist keşişler Buda’nın ölümünden sonra bütün Hindistan’a Budizm’i yaydı. Ardından en yakınındaki İmparatorluklar, devletler Budizm’i elçiler, seyyahlar, keşişler aracılığıyla bazen de Hindistan’ı egemenlik altına alarak kabul etti. Aşağıdaki görselde İndus Vadisini ve erken dönem Hint topraklarının başlangıcını görüyorsunuz. Bu toprakların çoğu bugün Pakistan sınırları içerisinde. İndus Vadisi Uygarlığı M.Ö 3300’den M.Ö 1900’e kadar sürmüş bir uygarlıktı. Eski Mısır, Mezopotamya ile birlikte Asya’nın erken dönem uygarlıklarından biriydi. Ne kadar ilginç değil mi?

Tekrar konumuza dönersek M.Ö 2.yüzyıldan M.S 1. yüzyıla kadar günümüz Pakistan, Afganistan ve kuzeybatı Hindistan’ında ise bir Yunan-Hint uygarlığı hüküm sürdü. Bu Helen-Hint medeniyeti Budizm dışında Hinduizm, Zerdüştlük, Antik Yunan dini gibi bir çok dine müsaade etti. Yunanlılar ile Hintliler arasındaki bu kültürel etkileşim onların sanatına, kültürüne ve dinine de yansımıştı. Günümüz sınırları içerisinde konuşacak olursak Hindistan dışında Helen-Hint uygarlığının oluşturduğu dini mimariye örnek Takht-i Bahi’dir. Hayber-Mardan’da bulunan bu tapınağın içerisinde stupa, vihara ve chaitya bulunur.



Kökenleri konusunda hala tartışmalar devam eden Kuşan İmparatorluğu (M.S 30-M.S 375) M.S 2. yüzyılın ortalarından itibaren günümüz Afganistan, Doğu İran, Hindistan, Pakistan, Tacikistan ve Özbekistan’ın büyük bir kısmına yayılmıştı. Zirve dönemlerini İmparator Kanishka zamanında geçirmişti. Kuşan hanedanlığı dönemindeki diğer imparatorluklar ile ciddi ilişkiler kurmuştu. Roma İmparatorluğu, Sasani Persliği, Aksum krallığı ve Çin Hanedanlığı bunlardan önemli olanlarıydı. Ticaretin yanı sıra diplomatik ve kültürel temaslarda da bulunuyorlardı. Büyük medeniyetlerin dünyasında dini imgeler, semboller ve anıtlarında yapılması kaçınılmaz oluyordu.

Yukarıdaki harita 2. yüzyılın dünyasını göstermek açısından ilginçtir. Kuşan İmparatorluğu’nun komşularını ve sınırlarını günümüz Hint-Asya açısından değerlendirmemiz açısından önemli. Avrupa’dan Orta Anadolu’ya oradan Kuzey Afrika topraklarına hükmeden Roma İmparatorluğu ile yine Anadolu’dan başlayan ve Kuzey Pakistan topraklarına kadar devam eden Sasani Persliği Batı’da Kuşan İmparatorluğunun komşularıydı. Kuşanlıların kendi toprakları ise Kuzey Hindistan’dan başlayıp Pakistan, Afganistan’ı da içine alırdı. Ayrıca Buhara, Taşkent, Hotan gibi Asya’nın önemli şehirleri onların elindeydi.

Budizm’in yanı sıra Hinduizm ve Zerdüştlük dinine de müsaade eden Kuşanlılar, Budizm’in Çin’e kadar yayılmasında önemli rol oynadılar. Budist dini mimarisine destek oldular. Kuşanlıların, Budist inanç ve kültürlerini benimsemesiyle kısmen Hint-Yunan kültürü dairesi içine girdikleri söylenebilir.


Yukarıdaki büyük stupa günümüzde Afganistan’ın Haibak kasabasına çok yakın. M.S 4.yüzyıla tarihlendiği söyleniyor. Geç dönem Kuşan mimari etkisi mevcut. Tamamen kayaya oyulmuş şekilde inşa edilmiş olan bu dini yapının çevresinde tavaf edilebiliyor. Stupanın üstündeki yapı ise 10. veya 11. yüzyılda Gaznelilerin yapmış olduğu bir eklenti. Köprü ise çok yakın zamanlarda yapılmış.


Kuşan İmparatorluğu, M.S 3.yüzyılda yarı bağımsız krallıklara bölündü. Batıdan gelen Soğdlular ve Sasaniler tarafından yıkıldı. Kendi paralarında Buda’nın resmini bastıracak kadar Budizm’i kabullendiler ve elde ettikleri topraklara kültürel-mimari yenilikler kattılar. Bu dönemde stupa denen Budist mabetlerinin özellikle Afganistan, Pakistan ve Çin’e yayılması önemliydi. Bu coğrafyada yaşayan insanlar bu dini özümsediler ve kabullendiler.


Kuşanlılar bulundukları Budist mirası korumaktan öte daha uzağa taşıyarak inandıkları dinlerinin gereğini yaptıklarını düşündüler. Onların döneminde stupalar mimari olarak daha da gelişme gösterdi. Yaşadıkları coğrafyaların şartlarına ve imkanlarına mabetlerini uyarlamaya özen gösterdiler. Kuşanlar vasıtasıyla Budizm, İpek Yolu aracılığıyla Çin ve diğer Asya ülkelerine yayılırken kendi dini binalarını da farklı bölgelerde yenilemeyi bildiler.
Budizm dolayısıyla stupalar daha sonraki büyük gelişmesini 8. yüzyılda Uygur Türkleri vasıtasıyla Orta Asya’da gösterecekti. Yüzyıllar sonra ise Türkler, yerleşik kültürün etkisiyle “Türk Çadırı” ile “stupaları” Pers mimarisiyle harmanlayarak kendine bir yol açacaktı. İşte bu mimari öğeler İslamiyet sonrası kendini türbe, medrese hatta kervansaray gibi yapılarda ortaya çıkaracaktı.